Bismillahirrrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbü’l Âlemin. Vesselatü vesselamü ala seyyidina Muhammed’in nebiyyina ve ala alihi ve sahbihi vesellem. Rabbişrahli sadri ve yessirli emri. Vahlul ukdeten min lisani yefkahu kavli.
Rabbü’l Âlemin insan için iki hayat yaratmıştır. Biri dünya hayatı diğeri de ahiret hayatıdır. Dünya hayatı adı üstünde “dünûr”dan gelir. Dünûr, Arapçada aşağı, alçak demektir. Yani insana sunulan en düşük, en alçak hayat demek, bir anlamı odur. Diğer anlamı ise insana yakın hayat demektir. O zaman ahiret, uhra anlamına çıkıyor. Uhra ise bir sonraki hayat demektir.
Yakın hayat insanı kendi cazibesinin içine alabilir; fakat Resulü Ekrem (s.a.v) bu manada bizi ikaz eder. “Yakın olan arkadaş, yakın olan hayat size daha fazla tesir eder. Onun cazibesi güçlüdür. Bir sonraki hayatı görmediğiniz için onun cazibesi size fazla tesir etmeyebilir. Ama bu da bir imtihandır.” Hz. Ali (r.a) "Ed-dünya cifetün ve talibüha kilabün" “Dünya bir cifedir (leştir) ve ona talip olanlar da ancak köpeklerdir.” buyurur. Dünya; çöplüğün, kötülüğün bütün insanların kötü arzularının toplandığı bir yerdir. Herkes onun için adeta çöplüğün ortasında bulunan kokuşmuş etlerin etrafında birbiriyle kavga eden, birbirlerine saldıran köpeğe benzetilir. Dünya menfaati için ne kadar çok katliamlar yapılıyor, insanlar ne kadar çok birbirlerine saldırıyor. Kardeşlik, ahiretlik, sadakat, insaniyet dediğimiz o kavramlar nasıl da çiğneniyor…
Dünya geçicidir, imtihandır. Ahiret hayatı vardır. Allahu Teâlâ, kendi kulunu yokluk âleminden bu gezegene göndermiş; kul, bir müddet zarfı içerisinde burada kalacaktır. Cenâb-ı Allah’ı burada iyi bilecek, Halık’ını tanıyacak, Halık’ının kendisine olan şefkat ü rahmetini bilecektir. Bakacak ki kendisi bir toprağın içinden çıkmıştır. Yine o toprağın içerisinde kendi ihtiyacını karşılayan milyonlarca şey çıkmaktadır. Toprak hem kendisini hem de kendi ihtiyaçlarını çıkartmıştır. Bu şekilde Allahu Teâlâ’nın şefkatini, merhametini, azametini, kudretini görecek; dolayısıyla tanıma ve bilmenin arkasında Allah’ı sevecektir. Nihayeti itibariyle kişi sevgidir esasen. İbadetindeki gaye sevmektir esasen, tefekküründeki gaye Allah’ı sevmektir. Çünkü bir insan, bilinmeden tanınmadan sevilmez. Bir şey, bilinmeden tanınmadan sevilmez. Bilinip ve tanındıktan sonra sevilir.
Rabbü’l Âlemini en iyi şekilde nasıl bilebiliriz? Allahu Teâlâ’nın yeryüzündeki aynası hükmünde olan Peygamberi (s.a.v), ne kadar çok bilir tanırsak o kadar Allahu Teâlâ’yı severiz. Lakin bu sevgi, bilmek ve tanımak dediğimiz şey kitabın ötesindedir. Sahabeyi o zaman bileceğiz. Resulullah’ı (s.a.v) bilmek için sahabe, sahabeleri bilmek için Sâdât-ı Kirâm’ı görmemiz, tanımamız, bilmemiz, onların sohbetlerine gitmemiz gerekiyor. Sâdât-ı Kirâm’ı bilmeden, o kitapları okumadan, Sâdât-ı Kirâm’dan istifade etmeden Resulullah’ın (s.a.v) mahiyetini, hakikatini çözmemizin imkânı yoktur. Nasıl ki Rabbü’l Âlemin kullarına kitap gönderir, ama bu kitapla da yetinmez. Çünkü kul, Allah’ı yansıtacak bir varlığa da muhtaçtır. Allahu Teâlâ, kitabı onlara tefsir, izah eden, onları kendilerine kendi nefislerine bırakmayan, onun önüne geçip elinden tutup ona rehberlik yapacak bir muallim de gönderir. Bu muallim sadece kitaptakini de tefsir etmez. Bu muallim Halık’ını da ona yansıttırır. Öyle ki Rabbü’l Âlemin; bu muallime öyle bir makam, öyle bir konum atfeder ki O’na (s.a.v) olan ittibaı kendisineymiş gibi kabul eder. Bu kadar yüksek bir makam. Resulullah (s.a.v), kitabın içindeki bütün o cümleleri, kalbinin içindeki bütün o maneviyatı Hz. Ebubekir Sıddık’ın (r.a) kalbine aktardığını ifade ediyor. Kalp bunun içindir zaten. Ve elhamdülillah tasavvuf, Nakşilik Hz. Ebubekir Sıddık’tan (r.a) kalpten kalbe Seyda’ya (k.s) kadar, araya zaman girmeden, birbirlerinden kopmadan gelmiştir. Bu emanet kıyamete kadar da inşallah devam edecektir. Gelinen her asrın insanları emanet edilen o insanın kalbinden, o ışıktan istifade etmiş, inşallah etmeye devam edecek ve kıyamete kadar bu olacaktır. Ama evvela hakikaten böyle sevmemiz gerekiyor.
Mesela rabıta irtibattan geliyor esasen. Yani bir insan niçin üstadıyla rabıtasını kurar? Rabıta irtibat demektir. Onun düşüncesi vasıtasıyla niçin onunla irtibata geçmek ister? Gönül onu sevsin diye. Gönül, irtibat içinde bulunduğu dünya ve nefsiyle irtibatını koparsın. Çünkü insanın düşüncesi ne ile meşgul, neye talip ise irtibat onunla olur. İnsanın irtibatı ne ise muhabbeti, aşk u şevki ona meyleder. Gaye muhabbettir. Üstatlara olan bu muhabbet mecazdır esasen. Maksut bir zât değildir. Gaye esas kişinin kendi üstadını sevmesi değil, nihai hedef bu mecazdan başlar, Resulullah’ın (s.a.v) sevgisine intikal ederek nihai hedef Cenâb-ı Allah’a âşık olmaktır esasen. Ama biz Allah’a nasıl âşık olacağız? Gözümüzün gördüğü, yeryüzünde Allah’ı bize yansıtan Allah’ın yarattığı bu varlıklar içerisindeki en muazzam tablo, eser ne olabilir? Bakıyoruz; insandır ve insanlık içerisinde de Allah ile münasebeti iyi olan Sâdât-ı Kirâm’dır. Allah’ın en müthiş yarattığı eserler arasındaki Sâdât-ı Kirâm’a bakmakla onlara hat safhada hayranlık gösteriyoruz. O’nun o eserine karşı hayranlık olunca eserin yaratıcısına karşı zaten hat safhada hayranlık duyuyoruz. Sahabe-i Kirâm öyleydi, evvela Resulullah’ı (s.a.v) tanıdılar. Cenâb-ı Allah’ı bilmiyorlardı, tanımıyorlardı ve hâşâ yok diyorlardı. Evvela Resulullah (s.a.v) ile tanıştılar, Resulullah’a (s.a.v) âşık oldular, muhip oldular. Ona hat safhada hayranlık duydular; öyle ki en kıymetli varlıkları olan anne-babalarına dair “Anamız-babamız, en kıymetlilerimiz size feda olsun.” diyorlardı. Böyle bir sevgiye kadar geldiler. Resulullah’a (s.a.v) olan o hayranlık, o muhabbet bir yerden sonra Allah’a intikal etti. Yani O’nun (s.a.v) Halık ve yaratıcısına intikal etti.
Cenâb-ı Allah bizlere muhabbeti nasip etsin. Biraz da azim ve gayret lazım bunun için. Bir insanın azm ü gayret göstermeden, çaba ve gayret olmadan mükâfat alması çok zordur. Yani azm ü gayretin arkasında muhakkak bir mükâfat vardır. İnsanın azmi ve gayreti boşa değildir. Allah, dünyayı bile çalışmayana, gayret etmeyene vermiyor ki dünya âhirete nispeten çok kıymetsizdir. Diyelim ki bir insan, günün 20 saatini çalışır, üç kuruş alır. Bir insan da kısa yolu bulmuş, işin erbabını görmüştür; günün bir saatinde diğerinin bir senesinden daha fazla kazanır. Basit bir dünya böyle iken ahiret çok kıymetlidir. Ahiret için çalışmak lazım. Çalışmayana Allah vermez. Çünkü adaletinin gereği budur. İşin bir kısa yolu bir de uzun yolu vardır. Nakşilik; tarik tarikat yol demektir. Nakşi; en kısa yol ve en kazançlı yol demek. Yani bir insan, 24 saat olan mesaisini bir yol tercih edip orada kullanır, üç kuruş kazanır. Ama biri var ki işin erbabıyla, püf noktasını öğrenmiş bir zât ile dolaşır, gözlemler, yaptığının aynısını yapmaya gayret eder. Onun bir saatinin kazancı, diğerinin belki bir senesi hükmünde olur. Bundan dolayıdır ki evliyaullah ve ulemadan büyük zâtlar, tasavvufa, Nakşi tarikatına geçmiştir.
Namazdan önce gidip abdest alırız değil mi? Tövbe istiğfar da eder Allah’ın huzuruna çıkarız. Namazdan sonra el açarız. “Ya Rabbî! Ben hâlimi güzelleştiremedim. Sen beni zaten tanıyorsun, biliyorsun.” der hâlimizi Allah’a gösteririz. Belki bu kötülükle dahi bizi beğenir, bizi sever. Bizi severse o zaman aynanın karşısına çok geçeriz, kendimizi güzelleştirmeye gayret ederiz. İşin şu kısmı da var ki; bir insan bir insana âşık olabiliyorsa, sevebiliyorsa Allah’a da âşık olabiliyor. O işin çok iyi bir tarafıdır.
Aşk, ne anlama gelir? Aşk fanilik demek. Yok, olmak, bütünleşmek. Onda fani olmak. Arada görünmeyen bir çekim gücü var. O çekim gücü o kadar kuvvetli ki… Havada kalmanızı sağlayan dünyanın bir çekim gücü var, bu ise, dünyanın çekim gücünden çok daha güçlüdür. Belki yüz bin kat, iki yüz bin kat çok daha güçlü ki bütün o çekim gücüne karşı sizi alır bu huzura birdenbire götürür ve miraç hâsıl olur. İnsanın dünyaya yapışık kalması, havada asılı kalmaması, uçmamasının sebebi aradaki çekim gücü; sevgidir. Bunu oradan almadan, kopartmadan, yukarıya vermeden yükseltmemiz çok zor. İnsan dünyaya da âşık olabilir, arabasına, evine… Onları tefekkür ve zikreder. Ciddi bir bağları olur, onunla bütünleşir, gittiği her yerde onu dillendirir.
Hz. Musa (a.s) Allah’ı çok seviyor, O’na çok muhip. Ruhen ve kalben görüyor. Fakat göz görmüyor ya o işin bir de mahcubiyet ve arzu hâli olduğu için gözün de görmesini istiyor. Allah’a bir defasında “Ya Rabbî! Ruhum, kalbim sürekli sizin yanınızda, sizin huzurunuzda. Görüyor ama gözümün de görmesini istiyorum. Müsaade var mıdır?” diye ısrar edince Allah dedi ki “Gözünün fizikî yapısı bunun için uygun değildir. Eğer bana değerse buhar olup uçar.” Ahirette göz görecek çünkü oranın fizik kanununu Allah ayrı yaratıyor. Ateşe hatta güneşe yaklaştığımız zaman, buhar olup uçmayacağız mesela. Buradayken güneşe yaklaşırsak buhar olup uçarız. Orada öyle değil. Allahu Teâlâ “O zaman arada bir aracı bırakalım. Şu dağ güçlüdür. Dağa bak istersen, arada bir aracı var. Direkt bana değerse sen buhar olup gideceksin.” dedi. “Dağa kendimden bir nebzeyi aksettireceğim. Sen dağa bak.” Allahu Teâlâ kendisinin nurundan bir nebzeyi dağa verince, dağ buhar olup uçtu. Paramparça oldu. Allah muhabbetinizi arttırsın, olmayanlara versin.
Ve sallallahu ala seyyidina Muhammed’in nebiyyil ümmiyyi ve ala alihi ve sahbihi ve sellim